Bir kesim tarafından "Sansür Yasası" diye ifade edilen kanun önce Meclis 'ten geçti, sonra da Cumhurbaşkanı onayıyla Resmi Gazete'de yayımlandı ve nihayetinde yürürlüğe girdi. Yani bu kanun her yerde kol gezecek artık. Göz ve ağız açtırmayacak.

Bu yasa ile beraber özellikle bir kesimde derin endişe kendini göstermeye başladı ya da gözlemleniyor diyebiliriz. Kimileri bu derin endişeye bıyık altından gülerek alay eder şekilde bakarken kimileri de hak veren sözlerle bilmukabele etmektedir. Alaycılık, bugüne arkasını yaslayanların yarını akıllarının ucundan dahi geçirmemesinin bir neticesidir. Her neyse...

Bu endişenin ise geçmişte derin izler bırakan birtakım uygulamaların ve deneyimlerin mirası olduğunu düşünüyorum.

Eğer ki toplumun farklı kesimleri arasında sağlam bir güven ilişkisi olmuş olsaydı böyle derin kaygılarımızın olmayacağını rahatlıkla ifade edebilirdim.

Ne yazık ki ülkemizin makus talihidir birbirimize yapıp ettiklerimiz ve çektirdiklerimiz... Düşünün ki aynı ülkede yaşayan insanlar birbirlerinin kuyularını kazmakta ve birbirlerine düşman kesilmektedir. Fırsat buldukça da birbirlerine eziyet etmekten geri durmamaktadırlar. Birbirlerinin haklarını, hukuklarını ve özgürlüklerini her daim göz ardı etmektedirler. Gücü ele aldıkça da birbirlerine göz açtırmamaktadırlar. Hukuku da hak koruma vasıtası yapmaktan ziyade birbirlerine çok gördükleri şu insan hayatına dönük kısıtlamanın ve daraltmanın aracı addetmektedirler. Anlamadığım ise hukukun korku salan etki ve gücünün, mütemadiyen gücü ele geçiren kesimlerin muarızları için sınırsızca, pervasızca ve fütursuzca kullanılmasıdır. Halbuki hukuk, güveni ve huzuru sağlamalıdır. Sağlasın ki toplum da kendini bulabilsin. En önemlisi de gevşeyip rahatlayabilsin. Bunun sonucu olarak da toplumun her kesimi birbirini anlamak ve hissetmek için birbiriyle konuşabilsin. Ve bu hal toplum için bir kültür gibi telakki edilebilsin. Lakin gelin görün ki çekişmelerimiz ve bu çekişmelerin tezahürü olan çektirme seanslarımız, bizleri siyasi gardiyanların ellerine düşürüyor. Ve bizleri ellerimizi kollarımızı bağlayarak çaresizliğe, çıkmaza, açmaza ve kısır döngüye mahkum ediyor. Kendimiz, çocuklarımız, torunlarımız, torunlarımızın torunları hep bu mahkumiyetin içinde kül oluyoruz. Hem de yana yana... Şu dünya hayatında doğru dürüst yaşayamamanın yanık hissi de var tabii. Dillerimizden dökülmüyor mu hiç: "Yanarım da şunları yapamadığıma yanarım. Bir hiç uğrunaymış her şey." serzenişleri ile karışık hayıflanmalar... Ve sağa sola birilerinin ellerinde savrulup duruyoruz her günün, ayın, yılın ve geçen yılların sonunda. Bence insan olarak biz bunu hiç mi hiç hak etmiyoruz.

Gelin görün ki hak etmediğimizi bile bile hak etmediğimiz şeyleri de yaşamaya çoktan razı olmuşuz. Zira insanlara hak etmediklerini yaşatan da yine biziz. Hobbes'in dediği gibi "insan insanın kurdu" mu? Yoksa Şükrü Erbaş'ın dile getirdiği gibi "insan insanın acısını alan" mı? Her batan güneşin ardından Ahmet Telli gibi "şaşkınım, cahilim şu dünyada" mı diyoruz? Birbirimizi görmüyoruz, duymuyoruz. En acı olanı da birbirimizi hiç bilmiyor ve tanımıyoruz. Birileri bize gözlerini dikmiş, onların gözetiminde olduğumuzu sanarak yaşıyoruz. Gözlerimizi gökyüzüne doğru kaldırıp da gökyüzünü şöyle bir güzel süzemiyoruz. Adı konmamış bir yazgı bizimkisi: "Panaptikon"... Debelenip duruyoruz. Bunu da yaşamak olarak görüyoruz.

 

O kadar çok derin yaralarımız ve acılarımız var ki bunların hepsi üst üste bindiğinde aşılmaz duvarlar inşa ediliyor. İşte bu inşa edilen duvarlar da birbirimizi görmemizi ve duymamızı engelliyor. Böylece toplumun farklı kesimleri arasında birbirini anlamama ve hissetmeme alıp başını gidiyor. Başat olup çıkıyor. Buna bir çıkmaz ya da açmaz diye de bakabiliriz. Veyahut bunu olgunlaşmamış toplumlardaki genel hâl diye de yorumlayabiliriz. Görüyorum ki zaman geçiyor. Zaman geçerken bizlerin el üstünde tuttuğu ya da toz konduramadığı ya da ölesiye savunduğu siyasi kişiler de geçip gidiyor. Kimse ne yerinde kalıyor ne yaşında kalıyor ne de eski havasında oluyor. Çok sevilen bir figürün çok nefret edilen bir figüre dönüşebileceği de akıllardan asla çıkarılmamalıdır. Bir de bakmışsınız ki göz bebeğiniz olan birisine gözlerinizi de deviriyorsunuz. Kendinizi nasıl ve nerede bulabileceğinizin hiçbir garantisi yok. Zira insan yapısı gelgitlerin ve savrulmuş hallerin arasında yoğruluyor.

 

Hâl böyle olunca değişen yasaları ya da anayasaları hep gelip geçici olarak değerlendiriyorum. Şu 3 günlük dünyada birilerinin yapıp ettikleri karşısında hiç ama hiç canınızı sıkmayınız. İnanınız, değmez. Bir film repliğidir ama yol gösterici bir öğüt gibidir: "Nefret bir yüktür. Kısacık hayatımızda değmez."

 

Bugünün çok önemli gördüğünüz konusu, olayı, kişisi yarın için bir hiçtir. Aslında günün sonunda her şey bir hiçe dönüşüyor. Anayasalar, kanunlar da değişip duruyor. Hele hele ülkemizde anayasaların ve kanunların o kadar çok değiştiğini görüyoruz ki...

 

Bir dönem, Eski Meclis Başkanı Mehmet Ali Şahin'in anayasalarda, kanunlarda sorunların olmadığını asıl sorunun anayasaları, kanunları tatbik edenler de bulunduğunu dile getirişi kayda değerdi ve anlamlıydı. Şimdi o taraftan işitilen her cümle sanki anlamını yitirdi. Ne anayasası ne kanunu kitapta yazdığı gibi hayatta durmuyor hiçbir zaman. Hele hele gücün elinin altındaysa... Elimizin altında iş gören, kullanılmaya hazır ve nazır alet edevata benziyor. Tabii ki benzeten biziz. Nefsimize, heveslerimize ve ihtiraslarımıza yeniliyoruz.

Velhasılıkelam meselemiz şudur ki anayasayı ve kanunları, bizleri çekip çeviren siyasetçilerin evirip çevirmesidir.

 

Soralım o zaman:

Anayasada cumhuriyetin oluşu, hukuk devletinin oluşu, sosyal devletin oluşu, laikliğin oluşu bunların hayatta tam manasıyla varoluşunu sağlıyor mu?

 

Unutmayınız ki insan eline düşen anayasa ve kanun, dile düşer. Anayasa ve kanun bir kültüre dönüşmedikten sonra kurumların da sahiplenebileceği yazılı belgeler olamaz. Bu bağlamda anayasası olmayan İngiltere gözümüzün önünde duruyor. Bizdeki durumunda anayasa ve yasalar olsa olsa yalnızca kitapta yazan belgeler olarak hayatını sürer. Gerçek hayatta ise herkes gücün nispetinde bildiğini okumayı sürdürür. Yakıcı acıyı yaşatan, anayasanın ilgili maddesi değil, anayasanın ilgili maddesini iş görmesi için her daim elinin altında tutanlardır.

 

Ülkemiz tarihinde insanın içini yakan kötü durum ise neredeyse her dönem her kesimin aynı anayasadan aynı yasadan farklı muamele görmesidir. Başka bir deyişle dün yasak koyan anayasanın ya da yasanın maddesi bugün özgürlüğe açılan kapı gibidir. Mesela dün başörtüsü yasaktı, bugün ise özgürlüktür.

 

Yazımızı başta söz ettiğimiz "Sansür Yasası" diye ifade edilen yasaya dair görüşlerimizi paylaşarak bitirelim:

Bence "Sansür Yasası" diye ifade edilen kanun da her dönem farklı kesimleri hedef alacak potansiyeli barındırıyor.

 

Ne diyelim?

Herkes ve her şey gelir geçer.

Onun için anayasa ve yasalar el altında değil, el üstünde tutulmalıdır.

Saygılarımla...

Sitemizde köşe yazarı olarak yazı yazan tüm yazarlarımız yazdıkları yazı ve görüşlerden tamamıyla kendisi sorumludur. Köşe yazarlarının yazılarından dolayı hiçbir şekilde yasal sorumluluk kabul etmemektedir.