Sayın Yusuf Tekin'in şöyle açıklamaları olmuş:

‘‘Toplum bizden şunu istiyor. Diyor ki: ‘Çocuk gününün yaklaşık %10'unu sizinle geçirsin. Ama siz onu her şekilde eğitin.’ Zorunlu eğitim çağında biz çocuklarımızı yaklaşık 12.000 saat okulda tutuyoruz ama dünya ortalamalarının da çok üstünde bir yerdeyiz. Dünyada ortalama 7-8.000 saatlerde. 10.000 saat bandında olan ülkeler var ama 12.000 saatte biz bu anlamda dünyada farklı bir yerdeyiz. Yani çocuklarımızı daha çok okulda tutuyoruz.’’

Sayın Tekin’in açıklamalarından hareketle bizlerin de naçizane söyleyecekleri olacak. Şöyle ki :

Sayın Yusuf Tekin, diğer ülkelerle ülkemizi kıyaslayarak çocuklarımızın okullarda daha fazla süre tutulduğundan dem vurmaktadır. Haklıdır, çocuklarımızı ve gençlerimizi okullarda upuzun bir süre tutuyoruz. Günlük 6,7,8,9,10 saate kadar derslere girip çıkıyor zavallılar. Anlamlı olsa bu giriş ve çıkışlar kesinlikle tutsaklık nazarında bakmam. Lakin okullara bir bakınız, dersler öğrenciler için ne denli anlamlı ve önemli? Kişisel ilgilerine, yeteneklerine ve becerilerine ne kadar dönük? Çocuklarımız ve gençlerimiz, okullarda kendilerini bulamamaktan ve kendilerine gelememekten mustaripler... Hem de yıllardır bu böyle... Aksine gençlerimiz ve çocuklarımız okul ortamlarında kendilerini kaybetmektedir. Hal böyle olunca çocuklarımızın ve gençlerimizin okul sürelerini zamanlarını çalan vakitler olarak görmelerini yadırgamıyorum. Zira güneş balçıkla sıvanmaz. Bazı gerçekleri ve olan biteni yadsımamalıyız.

Rahmetli Doğan Cüceloğlu, yattığı yer nur olsun, kendi alanıyla ilgili en önemli meseleyi ‘kişinin kendini tanıması’ olarak ifade etmişti. Ve yazdıklarıyla, anlattıklarıyla bu mevzu üzerine eğilmemizi telkin etti. Bunun üzerinde kafa yorup yol haritası çıkarmamızı tembihledi. Son yıllarında da okullarla, öğretmenlerle yani eğitim camiası ile epey içli dışlıydı. Söylediklerinin sözün ötesine geçerek hayata geçmesini arzuladı. Çünkü kendisi pratiğe sahip sözleri dillendirdi hep. İnandığı hakikatleri paylaştı. Sayın Cüceloğlu’nun öğrencilerinden Polat Doğru ile Ebru Tuay’ın beraber kaleme aldığı ‘‘Kendin ol, Hayatı keşfet’’ kitabında şu ifadeleri önemli ve anlamlı buluyorum:

‘‘... Anlamını bizim vermediğimiz bir hayat, zaman içinde büyük bir boşluk duygusu yaşatabilir...’’

Şimdi bu kitap pasajından hareketle soralım. Çocuklarımız ve gençlerimiz, anlamını kendilerinin verdiği bir hayatı mı yaşıyor? Yaşamıyor ve ne yazık ki zaman içinde de büyük bir boşluğu yaşıyorlar. Bu boşluk, birçok çocuğumuzu ve gencimizi telafisi mümkün olmayan sonuçlarla baş başa bırakıyor. Okullarda varlığı yokluğu belli olmayan çocukların ve gençlerin, okula karşı iki duygusu ve algısı olur:

  1. Sınavlara kadar okulu çek, sınavlardan sonra hayatından çekip at...
  2. Bitene kadar okulu çek, bittikten sonra hayatından çekip at...

Okullarda kendilerine anlam ve yer bulamayan çocuklarımızın, gençlerimizin kendilerini okul dışına atmak isteyişleri okullarda verilenlerle ve okul ortamıyla yakından ilintilidir. Uzun süren dersler, kısa molalar, yıllardır değişmeyen dersler, bilindik yüzler, ilgi ve yeteneğe zerre değer vermeyen düzen, odağında sınavlar... İşte bütün bunlar, dünyanın yeni düzeniyle uyumsuzdur. Yine yukarıdaki mezkur kitaptan bir alıntı yapacağım:

‘‘... kalıplar ve rollerle yaşayan ilişkiler uzun vadede ne yazık ki coşku ve anlam üretmekten uzak kalıyor, bu da kabaca söylersek insanın canını çok sıkıyor...’’

Evet, çocuklarımızın ve gençlerimizin bu okul düzeni canını fazlasıyla sıkıyor. Hatta canından bezdiriyor. Yani canımıza tak etti Sayın Tekin.

Evet, çocuklarımız okullarda daha fazla süre kalıyor. Aileleriyle vakit geçiremiyor. Aileleriyle vakit geçirememelerinin sebeplerinden birisi de ailedeki bireylerin geçim derdidir, dolayısıyla bu uğurda uzun süre çalışıyor olmalarıdır. Yine yukarıdaki mezkur kitaptan ifade edecek olursak: ‘‘Çocuklarımız için hayatlarımızı veriyoruz fakat onlara hayatlarını vermiyoruz.’’ Çocuklarımızı tanımazsak onların da bir hayatı olduğunu nasıl anlayacağız? Çocuklarımızla geçireceğimiz vakitler dar zamanlara sıkışmışsa onları hakkıyla tanımamız mümkün değil. Hayat koşuşturmasında birbirimizin hayatlarını es geçip sunulan hayatları yaşamaya mahkum ve mecburuz. Bu netice, iş hayatı ve eğitim düzeniyle ile yakından ilgilidir. Yine aynı kitaptan bir alıntı daha:

‘‘Ne yapmamız gerektiği ancak kendi çocuğumuzu gözlemleyip, takip edip, sohbet içinde kalıp, geri bildirimde bulunup paylaşımlarımız arttıkça ortaya çıkacak. Aksi takdirde, roller içinde, öze dokunmayan ilişkiler içinde ana baba oluruz. ... Öğrenme ihtimallerimizi kurutur, çocuğun özünü parçalarız adeta. Orada da sohbete alan yoktur.’’

Bu iş hayatı ve eğitim düzeni insanlara kısıtlı zamanda birbirleriyle ilişki kurmaya müsaade ediyor ve imkan tanıyor. Yani tel tel dökülüyor. Bu düzenin içinde kaybolmamızın sebebi, oradan oraya koşuşturup parçalara ayrılmamız, yani bölünüyoruz. İyi insan yetiştirmeyi hedefleyen yeni müfredat bu alanı halletmeden ortaya konursa boşlukta yüzecektir.

Sayın Tekin, herkesin sabahın köründe evden çıkıp akşamın bilmem kaçında geldiği bu düzende birbirimize ayıracak zamanımız yok. İşte bu yüzdendir ki birbirimize zaman ayıramıyoruz. Çünkü zamanımızı çalıyorlar. Momo’daki duman adamlar gibi...

Sayın Tekin, çocuklara ve gençlere iyi insan ve kendileri olmaları yolunda zaman verin.

Çocukların ve gençlerin zamanları sınav yolunda kayboluyor, heder oluyor.

Okullar da bu işte olumsuz cihette rol oynuyor.

Öğretmene bile 30 saat ders verip üstüne de öğretmeni kurslarla boğuşturup üstüne de onlara birçok prosedürü bindirip öğretmenden çocukları dinlemesini ve anlamasını bekliyorsunuz. Hangi kafa ve kulak ile? Rahatlık, ferahlık, doğallık, sadelik, ihtiyacımız olanlar...

Dar zaman değil, geniş zamandır en büyük talebimiz... Ve kendimizi tanımak için... Kendimize müsaade edin, okullardan içeri girsin.

Saygılarımla...,

Yusuf Yahya