Değişmeyen tek şey değişim; kabuk aynı kabuk. Hani, içindeki farklımı? O da değil. Lezzet aynı, her şey aynı. Ha, bazen şaşırtabiliyor ama o da anlık aşısından mı toprağından mı bilinmez. Titizlik gösterilip yetiştirilenlerin sürpriz yapma gibi becerileri var. Kimileri hoş bir tat bırakırken ağızda kimileri ise sadece acıdır. Ne yaparsan yap, ceviz işte! Sert bir kabuğa sarınmakla değişmiyor ki içindeki.

Güçlü ve heybetli görünüşünün arkasında belgesel izlerken bile gözyaşlarını tutamayan bir insan vardı. Eve geldiğinde kapıyı iki kere tıklatır ve sonra beklerdi. Hiçbir zaman ısrar etmezdi. Biliyordu ki o kapı açılacak. Hem de üç tane prenses tarafından. Kapı yavaşça açılmaya başlandığında kalbi âşık olduğu kadını gördüğü ilk günkü ritmine kavuşur ve sonunda dünyanın en güzel varlıklarıyla yüz yüze gelip kucaklaşırdı. Üzerinden ceketini çıkarıp astığında zaman çoktan boyut değiştirmiş, uzaya fırlatılmış bir mekik gibi her şeyden uzaklaşmış olurdu.

Huzuru bulduğu yerdeydi. Ah, birde yıllar önce Leyla ve Mecnun misali âşık olduğu, uğruna gemileri yaktığı biricik karısını mutlu edebilse! O zaman ruhu ve bedeni ipinden salınmış bir balon gibi uçacaktı gökyüzüne. Sessizce odaya girdi ve üstünü değiştirdi. Yine odasındaydı. Başını sağa çevirme zahmetinde bile bulunmamış; kendisine yeni inşa ettiği garip ama onun için gerçek olan dünyanın içine çoktan gömülmüştü. Her gün aynıydı. Birbirini takip eden ve değişmeyen takvimin günleri gibi…

Bir zamanlar dedi içinden. Evet,  güzel bir evimiz yoktu; arabamız da. Hatta evimizin tuvaletinde fareler kol gezerdi. Kömürümüz, odunumuz bitmesin diye sobayı bile yakamazdık ama yine de sıcacıktı evimiz. Beni kapıda karşılayan, gözlerimin içine bakan, seni seviyorum derken bile gözleri dolan, yeryüzündeki kanatsız meleğim dediğim insana ne olmuştu?

Kabuk, dedi içinden. Kadın kırıldı bir kere. İçindeki aynı ama kabuk farklı. Çok dayandı rüzgârlara, fırtınalara. Kimi zaman üşüdü soğuktan; kimi zaman da bekledi gün ışığını. Bazen sabretti ve azla yetinmeyi bildi. Duymadı çoğu zaman, görmedi; hatta bakmadı. Tohum aynı da olsa aşı farklıydı işte! Hassas ama dayanaklı yüreği kapamıştı kapılarını sevgiye. Bir cevizin kabuğu gibi sert ve dayanıklıydı bedeni ve ruhu. Kırıldım ama hala ayaktayım. İstersem acı bir tat bırakırım; istersem de tatlandırırım. Kabuk benim değil mi?

Nilüfer Kurumehmetoğlu