25 Mayıs Perşembe saat 13.30 suları...

 Ahmet elinde bir çomak bahçedeki sardunyaların dibindeki toprağı biraz kazıyor, sonra tekrar geri dolduruyordu. Arkasında nemli gözlerle kendisini bir an olsun yalnız bırakmayan ama ağzını da bıçak açmayan annesi vardı. Aslında buraya yabancı değildi çünkü daha önce bir kere dedesi ile gelmişlerdi buraya, hatta içeri bile girmişlerdi. Dedesi "ben ne yaparsam sen de aynısını taklit et" demişti. Ahmet de her zaman olduğu gibi dedesini dinleyip sadece onu taklit etmişti. Açık olan kapıdan ağabeyler, amcalar, dedeler yavaş yavaş çıkıp toplanmaya başladılar, yan yana ve arka arkaya dizildiler. En önde ise babası ve tam olarak göremese de dedesi vardı yeşiller içinde. Babası çok üzgündü, hatta daha önce onu hiç bu kadar üzgün görmemişti ve dedesinin tam başucunda elleri önünde bağlı sessizce sağa sola bakmadan bekliyordu. Sonra beyaz kıyafetli ve başında değişik bir şapkası olan bir adam geldi ve hepsinin önüne geçti. Babası da o adam gelince diğerlerinin yanına ön kısma geçti. Adam bir şeyler söyledi diğerleri ise dinledikten sonra onu taklit ettiler. Söylenenlerden hiçbir şey anlamamıştı Ahmet ta ki en son soru sorulana kadar. NASIL BİLİRDİNİZ? Kendinden emin ve gür bir ses tonuyla sorulan soruyu kalabalık yorgun ve donuk bir ses tonuyla “iyi bilirdik” diye cevapladı. Bu sual cevap kısmı üç kez tekrar ederken kenarda annesiyle olan biteni takip eden Ahmet kısık bir sesle söylenmeye başladı; " iyi bilirlermiş, nereden bileceksiniz ki? O benim dedemdi. Siz hiç onu boynundan kokladınız mı? O gözler, her seferinde size şefkatle baktı mı? O yorgun kollar sizi hiç kucakladı mı? Onu ben iyi bilirdim. Çünkü o benim dedemdi.

 

24 Mayıs Çarşamba saat 17.00 suları...

            Beklenen acı haber gelmişti. Uzun süredir kanser tedavisi devam eden ve artık doktorların her türlü sonuca hazırlıklı olun dedikleri Ahmet' in dedesi vefat etmişti. Ahmet uzun süredir dedesini göremiyordu zaten hep hastaydı ve doktorlar da ziyarete izin vermiyorlardı. Televizyonda çizgi film izleyen Ahmet' in yanına anne ve babası geldi. Ahmet'i odasına, yani onun kendini en güvende hissettiği yere götürdüler.

            Babası: Oğlum seninle önemli bir konu hakkında konuşmak istiyoruz.

            Ahmet: Anladım zaten, çok ciddi duruyorsunuz.

            Babası: (Ahmet' in elinden tutarak) Biliyorsun deden bir süredir hastaydı.

            Ahmet: Evet biliyorum.

            Babası: Biraz önce bir haber aldık ve maalesef dedenin vefat ettiğini öğrendik.

            Ahmet: Vefat etmek ne demek?

            Babası: Yani, deden öldü.

            Ahmet: Hımm... Anladım... Ben zaten dedemin öleceğini biliyordum.

            Annesi: Nasıl yani?

            Ahmet: Bir keresinde dedeme sormuştum dedeler ölür mü diye. O da "evet ölürler ama akıllarda, hafızlarda, anılarda hep kalırlar" demişti.

                 (Kafasını kaşıyarak) O zaman dedem ne zaman geri dönecek?

            Annesi: ( Gözleri dolu, halsizce)Deden öldü oğlum ve insanlar ölünce artık geri dönemezler, artık nefes alamazlar, sıcağı, soğuğu ve acıyı hissetmezler.

            Ahmet: O zaman dedeme ne olacak?

            Babası: Yarın önce cenaze namazı kılınacak sonra da mezarlığa götürülecek.

            Ahmet: Peki mezarlıkta ne olacak?

            Babası: Önceden kazılan mezara konulacak ve üzeri toprakla örtülecek.

            Ahmet: Ama toprağın altı soğuk değil midir? Orada üşümez mi?

            Babası: Annenin söylediği gibi insanlar ölünce artık hissetmezler. Şimdi sana bir şey söyleyeceğim. Eğer istersen yarın sen de bizimle gelebilirsin ya da annenle evde durabilirsin.

            Ahmet: Ben de gelmek isterim ama bir şey soracağım. Siz de bir gün ölecek misiniz?

            Annesi: Evet herkes bir gün ölür ama ben de, baban da, sen de şu an hayattayız.

 

25 Mayıs Perşembe saat 14.30 suları,,,,

            En önde cenaze arabası olmak üzere bir sürü araba ardı ardına giderek mezarlığa varınca sanki çok acelesi varmış gibi tabutu omuzlarına alarak hızlıca ama bir o kadar da temkinlice mezar başına geldiler. Annesi Ahmet' in elinden tutmuş ve kalabalığın dışında durmuşlardı. "Bu mesafe nasıl biraz daha yaklaşmak ister misin?" dedi. Ahmet annesinin elinden tutarak her şeyin görülebileceği bir noktaya kadar ilerletti. Her şey çok hızlı yapılıyordu. Dedesini nazikçe tabuttan çıkardılar, mezarın içine koydular. Sonra birkaç tahta ile üzerini kapadılar ve ilk toprağı babasının atmasıyla herkes mezara toprak atmaya başladı. Ta ki toprak kabarıp da şişene dek. Ahmet her şeyi görmüştü ve sanki dedesi toprağın altında yaşamaya devam edecekmiş gibi geliyordu. Sanki orada ayrı bir yaşam vardı. Birden anne ve babasının geri dönülmezlik konusunda söyledikleri geldi aklına. Gözleri doldu, içi acıdı, yaşlar süzülüverdi. Kafasını kaldırıp annesine sordu: Tekrar gelecek miyiz buraya, dedemi yalnız bırakmayacağız de mi burada? Annesi de gözleri yaşlı bir şekilde " evet tabi ki geleceğiz oğlum, geleceğiz dedenin yanına."

 

Gün bitmiş ve gece olmuştu. Evde alışık olunmadık bir sessizlik hakimdi.

Ahmet: “Yarın anaokuluna gitmesem olur mu?” diye sordu.

Annesi: “Öğretmenine haber veririz yarın da okula gitmezsin ama pazartesi günü mutlaka gitmen gerekiyor” dedi.

Ahmet: Biliyorum ve okulumu çok seviyorum ama sizinle olmak istiyorum.

Annesi: Evet, seni anlıyorum. Zaten pazartesi olunca biz de işe gideceğiz.

Ahmet: Biliyor musun anne içim de bir acı var. Ne zaman geçer bu acı.

Annesi: İnsanların sevdiği biri öldüğü zaman yüreğinde kırk mum yanarmış. Her gün bir tanesi sönermiş. Her mum söndüğünde içimizdeki acı da yavaş yavaş azalırmış. Yalnız en son kalan mum hiç sönmezmiş. İşte o yanık kalan mumla beraber dedenin hatıraları da hep yüreğimizde kalacak  (Serdar Aydoğdu)