EĞİTİM HİKAYE...


 

Eğitimi mi konuşuyoruz, tamam konuşalım..

Lakin önce muhataplarımızı tanımak ve bizleri nereye götürmek istediklerini bilmek zorundayız.. Kafası çok aklı az kalabalıklar yaratmaksa niyetleri, özgürlüklerimizi ellerimizden almak ve geleceğimizle oynamaksa, kusura bakmasınlar ama, onlara itiraz etmek zorundayız.

Bıraksınlar, sistem kötüymüş-mötüymüş ayaklarını.. Sistemle kimin, hangi derdinin olduğu hepimizin malumu.. Evet doğrudur, bu ülkede bütün sistemleri çürüten bir sürü neden var ve evvela onları ortadan kaldırmak gerekiyor. Lakin, problemin kendisi, o problemi asla çözemez..

Katıldığı yarışma programında kendisine sorulan soruyu cevaplayamayan zavallı kızcağızı niçin parçaladıkları malum. Üstelik yarışma heyecanı diye bir şey var, hem kaldı ki, o meydanda herkesin, her an dili tutulabilir.

Cehalet mi diyorsunuz, sistem mi kötü, öyleyse buyurunuz; sistemleri neler çürütüyor, şöyle kenarından da olsa bir bakmaya çalışalım. Verilebilecek binlerce örnekten sadeci birisidir anlatacaklarımız.. Sorulan soruya cevap verememekten değil, kitlesel bir akıl tutulmasından bahsedeceğiz.

Aylar önce bir kanaat önderi çıktı ve dedi ki; “Kanuni Sultan Süleyman kırk altı yıllık saltanatı boyunca sadece bir buçuk yıl sarayda kalmıştır!..”

Belli ki, sözün sahibinin sayılarla arası pek hoş değil..

Hani bilirsiniz, padişah, karşısına getirilen suçluya, “Vurun şuna yüz sopa!” demiş.

Korkudan tir-tir titreyen adam; “Padişahım!” demiş. “Siz, ya sayı saymasını bilmiyorsunuz ya da hiç sopa yememişsiniz!”

Kanaat önderi o sözü söyledikten sonra, milyonlarca insan “Muhteşem Süleyman” adlı diziyi bir daha izlemedi. O büyük kitlenin yüz binlercesi üniversite mezunuydu oysa. Belki yüzlercesi tarih lisansına sahipti. Amma velâkin hiç birisi sorgulamadı, “böyle bir şey mümkün olabilir mi?” demedi ve her birisi, “o dizi izlenmeyecek, izleme!” emrine sessizce itaat etti.. Birkaç internet geyiği dışında, basın da meselenin üzerine gitmedi.. Kimse tashih etmedi, kimse özür dilemedi..

Oysa o kanaat önderinin ağzından çıkanlar, ne tarihsel gerçeklere uyuyordu, ne akla, ne de izana.. İktisaden de mümkün değildi, politik olarak da.. Bir insanın neredeyse aralıksız kırk dört yıl at sırtında cepheden cepheye koşması, olacak iş miydi? Kaldı ki hiçbir ordu, sadece insan gücüne dayalı bir savaşı, o günün şartlarında o kadar yıl sürdüremezdi..

O topluluk içerisinden herhangi birisine, “erenler bu ne iş?” diye sorarsanız, alacağınız muhtemel cevap, “Sen, .....efendi hazretlerinden daha mı iyi biliyorsun?” olacaktır..

Çok sıradan bir tarih araştırması yaparak bile, Sultan Süleyman’ın ne kadar süre savaştığını, İstanbul’da kaç yıl kaldığını öğrenebilirdiniz oysa. İnternetin çöplüğü bile size o bilgiyi sunabilirdi, o derece yani..

Peki ama, milyonlarca insan nasıl inanmıştı böyle bir yalana? İçlerinden birisi bile, basit bir mantık yürütemedi mi? Böyle bir yanılsama, kitlesel akıl tutulması, bütün bir Anadolu medeniyetlerinin üzerinde oturan bizim gibi modern bir toplum için normal miydi?

Anadolu’da en az dört bin yıldır özgür düşünce tartışılıyor.. Senatolarında, meclis salonlarında, kütüphanelerinde yükselen münazaraları, isterseniz eğer bugün bile duyabilir, Asos’un yamaçlarında oturup Aristo’yu, Efes’in mermer aydınlığında Heraklitos’u, Miletos’un doğal güzellikleri içerisinde Thales’i dinleyebilirsiniz..

Sahi, bizi nereye götürüyorlar böyle?

Birkaç ay öncesiydi.. Sanırım aynı gurubun televizyonu.. Boşanmaları konu edinen bir dizi, öylesine bakıyorum.. Duruşma hâkimi salondakilere ders vermeye başlıyor.. Nereden icap etti belli değil.. “Sevgili Can dostlarım!” diye başlıyor. “Bu vatan öyle kolay kazanılmadı.. Çanakkale’yi geçmek için tam kırk iki milyon insan getirdiler, gemileriyle, toplarıyla, tüfekleriyle…”

Duyduklarıma inanamadım ve daha dikkatle dinlemeye başladım.. Sonrasında tam üç kez daha aynı cümle tekrarlandı.. Düşmanlar Çanakkale’yi geçmek için tam kırk iki milyon insan getirmişlermiş.. Peki ama neyle, nasıl? Gemilerle gelmemişler miydi? Bir gemi kaç insan getirebilirdi ki, kaç gemi getirmişti onca insanı?

Tamam, insan hata yapabilir.. Senaryoyu yazan hata yapmıştır diyebilirsiniz. Sorun bu değil.

Lakin oyuncusu, kameramanı, ışıkçısı, montajcısı derken, kısa da olsa bir film yüzlerce insanın emeği ile ortaya çıkmıyor muydu?.. Çoğunluğu üniversite mezunu o insanlardan hiç birisi mi fark edemedi bu cümlenin bir saçmalık olduğunu?.

Hani adamın biri bilge bir kişinin yanına giderek; "Üstadım!" demiş. "Ben bir masal biliyorum.. Ancak bir yerinde yanlışlık var. Neresi olduğunu tam olarak çıkaramıyorum. Anlatırsam, benim için düzeltir misiniz?"

Bilge kişi; "Hadi anlat bakalım!" demiş. Adam başlamış anlatmaya; "Efendim, Musa adında bir evliya varmış. Bu evliya deniz kenarına götürdüğü kızını tam asmak üzereyken, suyun içinden bir deve çıkmış. Adam da kızını asmaktan vazgeçip deveyi asmış."

Bilge kişi önce bir "La Havle" çekmiş, sonra da; "Bak evladım!" demiş. "Ben bunun neresini düzelteyim ki! Bir kere anlattığın şey masal değil kıssa. O bahsettiğin zat evliya değil peygamber. Adı Musa değil İbrahim. Deniz kenarı değil dağ başı. Kızı değil oğlu. Deve değil koç. Denizden çıkmamış gökten inmiş. Asmamış kesmiş..."

Sözün özü şudur, birey olmayı değil de herhangi bir gurubun içinde bulunmayı olumlayan toplumsal yönelişler bütün sistemleri çürütür..

Eğitim bakanlığına itirazımız, tam da bu noktadadır..

Kendilerinden olanların hiçbir kusurunu görmeyip, ötekilere yapmadığını bırakmayan gurupların yarattığı tahribatı hepimiz hemen her gün bir şekilde görüp yaşamaktayız. Konu sadece yağmalanan kamu kaynakları değil elbette, sosyal hayatın hemen her alanında hakları tarumar edilenler, genelde gurup dışı kalanlardır. Bir yanda devlet tarafından yaratılmış çıkar alanları, öte yanda dinsel istismar, ideolojik sapkınlıklar, etnik milliyetçilik, ulusalcılık ve laiklik gibi çeşitli mevziler üzerinden yürütülen çatışmalar, en çok da birey olmaya çalışan mazlum azınlığa zarar veriyor. Neylersiniz ki, gücü eline geçirenin yağmaladığı, toplumu şekillendirmeye ve ötekini sindirmeye çalıştığı korsan bir Ortadoğu ülkesi gibidir Türkiye.

O nedenledir ki, sistem değiştirme ayaklarının her birisi, birer trajikomik hikâyedir.


Mehmet VURAL