GÜNCEL EĞİTİM
Giriş Tarihi : 16-01-2019 18:16   Güncelleme : 17-01-2019 19:26

Prof. Dr. Selçuk Şirin: Google'ın olduğu bir dünyada Türkiye'de yaptığımız sınavların hiçbir hükmü yok

Eğitim üzerine çalışmalarıyla bilinen ve geçen hafta çocukların kodlama öğrenmesi için hazırladığı bilgisayar oyunuyla sosyal girişimcilik alanında dünyanın en prestijli ödüllerinden Jacobs Foundation Ödülü’nü alan New York Üniversitesi öğretim Üyesi Prof. Dr. Selçuk Şirin, Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk'un eğitimde 5 şeyi değiştirmesi gerektiğini söyledi.

Prof. Dr. Selçuk Şirin: Google'ın olduğu bir dünyada Türkiye'de yaptığımız sınavların hiçbir hükmü yok

Habertürk'ten Kübra Par'a konuştu. Prof. Dr. Ziya Selçuk’un açıklamaları şöyle:

"Google'ın olduğu bir dünyada Türkiye'de yaptığımız sınavların hiçbir hükmü yok"

Türkiye’deki eğitim sisteminin temel problemleri neler?

En temel problemi, bizim uzun süredir eğitimin “ne için olduğunu” tartışmamamızdır. Türkiye’de politik ve ideolojik kamplaşma hayatın her alanında çok yoğun bir şekilde var. İmam hatipliler, meslek okulları tartışmalarının arasında eğitim kayboldu gitti. Yirmi yılı bu tartışmalarla kaybettik. 80’lerin sonundan 2018’e kadar Türkiye’de bir kuşak iyi eğitim almadı. OECD, Milli Eğitim Bakanlığı ile birlikte Türkiye’de her üç yılda bir PİSA araştırması yapıyor. Biz o listede 30’lardaydık, sonra 40’lara geldik; Türkiye şu an ilk 50 ülke arasında yok. Bu, 15 yaşındaki çocukların ekonomide gerekli olan becerilere sahip olup olmadığını ölçen uygulamalı bir test, ezber değil. Ezber olsaydı birinci olurduk. Çünkü biz, bilgi aktarmayı eğitim sanıyoruz. En büyük yanılgımız bu. Çocuklara ezberlettiriyoruz, bir sınava sokuyoruz, sonra bir daha sınava sokuyoruz. Bütün sınavlar aynı becerileri ölçüyor. O becerinin de dünyada bir karşılığı yok. Google’ın olduğu bir dünyada Türkiye’de yaptığımız sınavların hiçbir hükmü yok. O yüzden hayatta başarılı olanlarla sınavda başarılı olanlar arasında ciddi bir fark var. Dünyada böyle değil. PİSA testlerine bakın; problem çözme becerisi, yaratıcılık, üç beş bilgiyi bir araya getirip bunları çözebilme var.

Biz Türkiye’deki çocuklara bu beceriyi veremiyoruz...

Bunları verebilmeniz için, çocuklara eleştirel düşünme becerisi kazandırmanız lazım. Yeni yüzyılda ekonomiden, sosyal hizmete ve eğitime, teknolojinin kökeninde inovasyon var. İnovasyonun birinci kuralı itiraz etmektir. Yaratıcılık, “Şu fincan böyle olmak zorunda mı? İtiraz ediyorum, böyle olmak zorunda değil” diyerek başlar. Siz çocuklarınızdaki itiraz etme becerisini köreltirseniz, oradan inovasyon çıkmaz.

Ziya Selçuk’a tavsiye edeceğiniz ilk beş değişim nedir?

Birincisi ve en önemlisi; karar ve reformlarınızı veriyle yapın. Veriye dayalı karar verme mekanizmasını eğitimin her alanında korumanız lazım. Sabah kalktım, “Hadi sınavı iptal edelim”; ertesi gün kalktım, “Sınavı geri koyalım”, ertesi gün kalktım, “Meslek liseleri böyle olsun.” Böyle karar verilmez. Yirmi milyon insanın hayatıyla oynuyorsunuz. Hatırlayın, “Okula başlama yaşı 60 ay olsun” denildi. Sonra herkes itiraz etti. 60 aylık çocuk tuvalet eğitimini daha yeni tamamlamış, 60 aylık 60 çocuğu aynı sınıfa koyup başına bir öğretmen koyduğunuz zaman, oradan öğrenme falan çıkmaz. Bunu söyledik, dinleyen olmadı. Ne oldu? 60 aylıklar başladı, başlamayanlara cezalar verildi. Bundan altı ay sonra “66 ay olsun” dendi. Bir altı ay sonra da “72 ay olsun” dendi. O arada 1 milyon çocuk okula beceri seviyesinden erken başladığı için siz o bir milyon çocuğun hayatıyla oynadınız. Eğer o kararlar veriye dayalı verilmiş olsaydı, bu sonuçlar doğmazdı. Eğitim aşamalarında reform verme pratiğimizi değiştirmemiz lazım. 

İkincisi, eğitimde fark yaratabileceğimiz alan; okul öncesi 0-6 yaş aralığı. İnsan beyninin yüzde 90 oranında gelişimini tamamladığı dönem ilk 36 aydır. Ben 60 diyorum; bu 60 aylık 0-6 yaş arası dönemde, çocukların beyinlerinin gıdası olan sağlıklı ve etkili iletişim ortamını yaratmadığınız zaman ortaokulda, lisede, üniversitede ne yaparsanız yapın sonuç alamazsınız. Bunu, Chicago Üniversitesi’nden ekonomist James Heckman söylüyor. Kendisine Nobel Ekonomi Ödülü verdiler. Ekonomide Nobel Ödülü verilmesinin nedeni; basit bir soru. “Benim elimde 1 dolar var. Bu 1 doları insan gelişiminin hangi evresine yatırırsam ne kadar geri dönüş alırım?” diyor. Araştırma şunu gösteriyor; okul öncesi dönemde yatırdığınız her 1 liraya karşılık 7 lira geri alıyorsunuz. Attığım bir başlığı, ODTÜ mezuniyet töreninde afiş yapmışlar: “Her ile bir üniversite açacağınıza her mahalleye kaliteli bir okul öncesi eğitim kurumu açalım.” 

Üçüncüsü kodlama. Okul öncesinden başlayarak kodlamayı, eğitimin her alanında mecburi olarak müfredata koymamız lazım. Birinci sınıflara koyuldu, geçen sene ben de bu kampanyaya katıldım ama sonra kaldırdılar. Yeni dönemin alfabesini çocuklarımıza kazandıramazsak, diğerlerine yetişemeyiz. 

Dördüncüsü, biz Türkiye’de eğitimde âdem-i merkeziyetçiliği getirmek zorundayız. Ben Ardahanlıyım. Ardahan’daki bir çocuğa öğrettiğimiz kimyayla Muğla’daki çocuğa öğrettiğimiz kimya aynı olmak zorunda değil. Ardahan’daki bir çocuğa öğrettiğimiz tarihle Muğla’daki çocuğa öğrettiğimiz tarih aynı kitaptan, aynı şekilde olmak zorunda değil.

Bu çok radikal bir öneri. Eğitimde fırsat eşitliğine aykırı olmaz mı?

Olmaz. Oradaki öğretmenin yaratıcılığına ve müfredatı dönüştürme kabiliyetine güvenmekten söz ediyorum. Bir öğretmen, yaz için kitap okuma listesi bile hazırlayamıyor şu anda.

Türkiye’de öğretmenlerin seviyesini eşitlemeden böyle bir uygulamaya başlamadığınız takdirde, bu sefer belli bölgelerdeki öğretmenlerin kalitesizliğinden dolayı öğrencilerde bir düşüş yaşanmaz mı?

Sözünü ettiğim, öğretmenlerin yaratıcılığını sisteme entegre etmek. Türkiye’deki bölgelere göre öğretmen kalitesi, Amerika’dan daha iyi. Türkiye’de yeni mezun öğretmenlerin Doğu’da görev yapıyor olması bir avantaj. Yeni mezun öğretmenlerle yirmi yıllık öğretmenler arasında ciddi bir kalite farkı var. Yeni mezun öğretmen, sözünü ettiğimiz teknolojik gelişmelere çok daha açık. Bu yeni öğretmenler Doğu’ya gidiyor. Ben bizim köyün ilkokuluna her sene gidiyorum. Sıkıntı, iki yıldan fazla kalmıyor olmaları. Oradaki öğretmene inisiyatifler, teşvikler vermek lazım. Yerel dinamiklerle öğretmenlerin kendi müfredatlarını yetiştirme kabiliyetini teşvik etmemiz gerekiyor.

Beşincisi, Türkiye’de yoksul ailelerden gelen, anne babalarının eğitim seviyesi yedinci sınıf veya daha altı, kitap okumayan, okul öncesi eğitime katılmamış olan bir grup öğrenci var, bunlar en dezavantajlı grup. OECD ülkeleri içerisinde bu öğrencilere en fazla sahip olan ülke Türkiye. Bizim ortalamamızı düşüren grup da bunlar. Yüzde 20-30’luk bir grup var ki bunlara bütün testlerde “Sıfır çekenler” diyebiliriz. Dolayısıyla eğer Türkiye’nin ortalamasını yükseltmek istiyorsak, en alt gruba iki üç adım attırdığımız zaman zaten OECD ülkelerini yakalamış oluyoruz. Sözünü ettiğim dezavantajlı çocuklar İzmir’in, İstanbul’un, Ankara’nın varoşlarında. Bu çocuklar için, proje okulları, özel yetiştirilmiş öğretmenler, küçük sınıflar gibi uygulamalarla topyekûn bir seferberlik başlatmamız lazım.

Bakan Ziya Selçuk bundan sonraki eğitim anlayışına dair açıklama yaptı. “Hiçbir öğrencimiz, hiçbir velimiz sürprizle karşılaşmayacak. Oyunun sonunda asla kural değişmeyecek, oyunun ortasında 'biz değiştirdik' demeyeceğiz” dedi. Nasıl karşıladınız bu açıklamasını?

Ziya Selçuk’un bakan yapılması Türkiye için büyük bir umut. Şu kurduğu cümleler bile umudumu tazelememe neden oldu. Rekabet adil olursa çocuklar çalışır. Adil rekabetin olmadığı, kuralların yarı yolda değiştiği ortamda insanlar çalışmıyor. Dolayısıyla yapılması gereken bir hamle. O yüzden destekliyorum...

Aynı konuşmasında Prof. Selçuk “En geç iki ay içinde yaklaşık 3 yıllık bir program açıklayacağız. Okula başlayan çocuklarımız 2040 yılında iş hayatına başlayacak. Bu aslında 2040’ların dünyası için bir hazırlık” dedi...

Bence Türkiye’deki reform yapma süreci şimdiye kadar tamamen verilerden bağımsız ideolojik çatışmalarla geçti. Önümüzdeki dönemde eğer bu 3 yıllık plan ve sonraki vizyon Türkiye’nin nerede olduğu ve nereye varmak istediğimiz sorularına cevap veren verilerle hareket ederse çok güzel ve doğru olur. Dünyada reformları verilerle yapan ülkeler eğitimde ilerliyor. İdeolojilerle, kimlik çatışmalarıyla yapan ülkelerse kendi içinde gömülüp kayboluyor. Bunun örnekleri Finlandiya’dan Güney Kore’ye kadar her yerde var. Finlandiya son dönemde eğitimde benzer bir hamle yaptı. Sıra bizde. Geç olsun ama iyi olsun, hayırlı olsun...

Size “eğitimde değişim için beş madde” sorduğumda öyle şeyler söylediniz ki Türkiye’de eğitim adına son dönemde konuştuklarımızın hiçbiriyle alakalı değildi. Biz Türkiye’de; “Sınavlar kalkmalı mı, kalkmamalı mı? İmam hatiplerin sayısı artıyor mu, azalıyor mu? Müfredat nasıl değişmeli? Meslek liseleri nasıl olmalı?” konularını konuşuyoruz. Bütün bunlara dair hiçbir şey söylemediniz. Bunlar eski paradigmalar mı ve sizce bu konularda ne tür düzenlemeler yapılmalı?

Bunlar boş işler Kübra Par! O soruların Türkiye için bir anlamı olabilir; ama varmaya çalıştığımız, yarıştığımız dünya için hiçbir anlamı yok. Burada imam hatiplerin sayısında fazlasıyla artış yaşandı. Ben Türkiye’de beş altı yıldır Suriyelilerle çalışıyorum. Urfa, en çok imam hatip olan yerlerden bir tanesi; ama Urfa’da imam hatip mezunu Arapça konuşan bir çocuk yok. İmam hatipte Arapçayı öğretemiyorsunuz. Tamam, imam hatip olsun ama bari Arapçayı öğrensin. Sorun; imam hatipte hedef konulan becerilerin de kazandırılamaması. Bizim mahallede dindar bir amcamız vardı. Bu amca çocuğunu imam hatipte okutmak için Kars’a gönderdi. İlçemize döndüğünde öyle bir kültürle ve donanımla geldi ki herkes ona gıptayla bakıyordu. Çünkü o zaman imam hatipler, özel kimlik yaratma kabiliyeti olan okullardı. Türkiye’deki ideolojik tartışmaların da göz ardı ettiği bir nokta şu: sonra o imam hatipleri artırmaya kalkarken imam hatipleri liselileştirdiler. Bu sözünü ettiğim kimlik inşa mekanizmasına sahip okulları ortadan kaldırdılar. Şu an Türkiye’de imam hatipler çoğaldı, ne oldu? Hepsi lise oldu. Tarif ettiğim kimlikte bir insanı yaratma kabiliyetini yitirdiler. Şöyle bir metafor üzerinden anlatayım; İstanbul’a Türkler geldiğinde burada bir kültür vardı, sonra köylüler geldi, yani biz. Biz İstanbullu olacağımıza İstanbul’u kendimize benzettik. İmam hatiplere de bu oldu. Bilmiyorum, anlatabildim mi?

“İmam hatiplerin sayısının artması amacından uzaklaşmasına sebep oldu” diyorsunuz.

Evet, bildiğimiz normal liseye dönüştü. Mesela bu bahsettiğim arkadaş sigara içmiyordu. O bizim için “İmam hatibe gitti, sigara içmiyor” idi. Böyle bir şey yok artık.

 

Sizler için seçtik:


Zayıf karne yoktur, zayıf anne ve baba vardır

Eğitim HaberleriEğitim Haberleri